Temizlik ve kirlilik bir toplumun inançlarıyla çok yakından ilgilidir. Hemen tüm geleneksel kültürlerde su, hava, toprak ve ateş evreni oluşturan dört temel unsur olarak görülmüştür.
Su, uygarlık tarihi boyunca tüm dönemlerde bedensel ve mekansal kirlerin arındırmasında vazgeçilmez bir unsur, çeşitli hastalıklardan korunmada önemli bir faktör olmuştur.
Antik Çağ’da insanlar temizlik ve yıkanma gibi zorunlu ihtiyaçlarını giderebilmek için su kenarlarında yerleşimi tercih etmişlerdir.
Suyun bolluk ve bereket sağlaması, inançlarına göre temizlikteki önemi nedeniyle akarsulara kutsallık atfetmişler.
Ateş ve su tüm inançlarda hem bedensel hem de dinsel arınmanın vazgeçilmez iki unsuru olmuştur. Ateş ve suyun bu özelliği kültürel eğilimler ve mahremiyet düşüncesiyle zaman içerisinde gündelik yaşama aktarılmış ve yıkanma yerlerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Böylece başlangıçta korkulan ve saygı gösterilen tabiatın bu iki unsuru dinin etkisiyle temizlenme ve günahlardan arınmaya yönelik kullanılan unsurlara dönüşmüştür.
Su, tüm çağlar boyunca insanlığın vazgeçilmez unsurlarından ve insanın yaşam şeklini belirleyici ögelerden biri olmuştur.
Gerek İslâmiyet’ten önceki Orta Asya kültüründe gerekse İslâmiyet’in kabulünden sonraki dönemde su Türkler için büyük önem taşımaktaydı.
Din ve inançlarında suyu kutsallaştırmışlar ve seçtikleri dinin temizliğe ve suya önem vermesinden dolayı da hamam kültürüne ayrıca ilgi göstermişlerdir.
Türk kültürünün de önemli bir parçası olan hamam geleneğini Türklerin suyu yaratılış mitinde kutsallaştırması ve kişilik vermesinden anlamaktayız.
Türklerde temizliğinin esası İslâm’ın temizliği imandan sayan düsturudur. Bu yüzden Türkler temizliğe son derece önem vermişlerdir.
Türklerin temizliğe önem vermeleri umumi helayı ve hamamı kullanmalarına yol açmış bu sayede bulaşıcı ve salgın hastalıklardan korunmuşlar ve uzun yaşama şansına sahip olmuşlardır.
Birkaç yüzyıl öncesine kadar Avrupa toplumları yıkanmazlardı. Evleri ve sokakları umumi hela olarak kullanırlar bu nedenle de çok fazla hastalıklara yakalanır, çok kısa bir ömür sürerlerdi.
Hristiyanlığın cinsellik ve çıplaklık düşmanlığı nedeniyle suyun temizleme gücü olduğunu Orta Çağ boyunca unutan Batı toplumları aslında hamamın mucidiydi.
Şimdi Avrupa toplumlarının su ve temizlikle ilişkilerine bir göz atalım:
Orta Çağ’da Avrupa’da rahibelerin el ve yüzlerinden başka yerlerini yıkamaları kesin olarak yasaklanmıştı.
Kastilya Kraliçesi İsabella bile 50 yıldan fazla süren hayatı boyunca iki kez banyo yapmıştı.
Kirlilik geleneği Amerika’ya da bulaşmış Pennsylvania ve Virginia eyaletlerinde “banyo yapmayı yasaklayan” ya da belirli “kısıtlamalar” getiren kanunlar çıkarılmıştı.
Philadelphia’da ise kanunla bir ay içinde birden fazla banyo yapan insanlar cezaevine gönderiliyordu.
Tuvaletle henüz tanışmayan Avrupa’da lazımlıkları sokaklara boşaltma adeti 17. yüzyıla kadar sürdü.
Orta Çağ’da İngiltere’de insanların çoğu Haziran ayında evleniyordu. Çünkü senelik banyolarını Mayıs ayında yapıyorlar, Haziran’da hâlâ çok kötü kokmuyorlardı.
Ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu.
Banyolar içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana geliyordu.
Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti.
Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en son olarak da bebekler aynı suda yıkanıyordu.
Bu esnada su o kadar kirli bir hale geliyordu ki içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü. İngilizce’deki ‘banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın’ (don’t throw the baby out with the bathwater) deyimi buradan gelmektedir.
Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor, kamışların altında tahta bulunmuyordu.
Burası hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu için bütün kediler, köpekler ve diğer küçük hayvanlar (fareler, böcekler) çatıda yaşıyordu.
Yağmur yağdığı zaman çatı kayganlaşıyor ve bazen hayvanlar kayarak çatıdan aşağı düşüyordu. İngilizce’deki ‘kedi ve köpek yağıyor’ (it’s raining cats and dogs) deyimi buradan gelmektedir.
Çatıdan evin içine düşen şeyleri engelleyecek hiçbir şey yoktu. Böcek ve buna benzer nesnelerin yatakların içine düşmesi büyük bir sıkıntı oluşturuyordu.
Etrafında yüksek direkler ve üstünde örtü bulunan İngiliz usulü yataklar buradan gelmektedir.
Evlerin zemini topraktı. Sadece zenginlerin evlerinin zemini topraktan başka bir şeyden yapılıyordu, ‘toprak kadar fakir’ (dirt poor) deyimi buradan doğmuştur.
Zenginlerin ahşaptan yapılmış zeminleri vardı. Bunlar kışın ıslandığı zaman kayganlaşıyordu. Bunu önlemek için yere saman (thresh) seriyorlardı.
Kış boyunca saman sermeye devam ediliyordu. Öyle bir an geliyordu ki kapı açılınca samanlar dışarıya taşıyordu.
Buna mani olmak üzere kapının altına bir tahta parçası konuyordu ki bunun adı ‘thresh hold’ (saman tutan; Türkçesi ‘eşik’) idi.
Yemek pişirme işlemi her zaman ateşin üzerine asılı durumdaki büyük bir kazanın içinde yapılıyordu.
Her gün ateş yakılıyor ve kazana bir şeyler ilave ediliyordu.
Çoğu zaman sebze yeniyor, et pek bulunamıyordu.
Akşam yahni yenirse artıklar kazanda bırakılıyor, gece boyunca soğuyan yemek ertesi gün tekrar ısıtılarak yenmeye devam ediliyordu.
Bazen bu yahni yemeği çok uzun süre kazanda kalıyordu.
‘Bezelye lapası sıcak, bezelye lapası soğuk, kazandaki bezelye lapası dokuz günlük’ (Peas porridge hot, peas porridge cold, peas porridge in the pot nine days old) tekerlemesinin menşei buraya dayanmaktadır.
Bazen domuz eti bulduklarında buna çok seviniyorlardı.
Birisinin eve domuz eti getirmesi zenginlik işaretiydi. Bu etten küçük bir parça keserek misafirleriyle oturup yiyorlardı. Buna ‘yağ çiğnemek’ (chew the fat) adı veriliyordu.
Maddi durumu iyi olanlar kalay ve kurşun alaşımından yapılmış tabaklar kullanıyordu.
Asidi yüksek olan yiyecekler kurşunu çözerek yemeğe karışmasına sebep oluyor, böylece gıda zehirlenmelerine ve ölümlere yol açıyordu.
Domatesler bu zehirlenmelere sık sık sebep olduğu için Avrupa’da yaklaşık 400 yıl boyunca domateslerin zehirli olduğu düşünülmüştü.
Çoğu ailenin kalay ve kurşun alaşımından yapılmış tabakları yoktu. Onun yerine tahta tabaklar kullanıyorlardı.
Çok defa bu tabaklar bayat ekmekten yapılıyordu. Ekmekler o kadar bayat ve sertti ki tabaklar uzun zaman kullanılabiliyordu.
Bu tabaklar yıkanamadığı için tabakların içinde kurtlar ve küfler oluşuyordu. Kurtlu ve küflü tabaklardan yemek yiyen insanların ağızlarında ‘tabak ağzı’ (trench mouth) denen hastalık ortaya çıkıyordu.
Ekmek itibara göre bölüşülüyordu. İşçiler yanık olan alt kabuğu, aile orta kısmı, misafirler de üst kabuğu alırdı.
Bira ve viski içmek için kurşun kadehler kullanılıyordu. Bu bileşim insanları bazen birkaç gün baygın ve şuursuz vaziyette bırakabiliyordu. Yoldan geçen insanlar bunların öldüğünü sanıp mezara defnetmek için hazırlık yapıyordu.
Bunlar birkaç gün süreyle mutfak masasının üstüne yatırılıyor, aile etrafına toplanıp yiyip-içerek uyanıp uyanamayacağına bakıyordu. Buna ‘uyanma nöbeti’ (wake-up call) deniyordu.
İngiltere kapladığı alan olarak eski ve küçük bir yerdi, insanlar ölülerini gömecek yer bulamamaya başlamıştı. Bunun için mezarları kazıp tabutları çıkarıyor, kemikleri bir ‘kemik evi’ne götürüyor ve mezarı yeniden kullanıyorlardı.
Tabutlar açıldığında ortalama her 25 tabuttan 1’inde iç tarafta kazıntı izleri olduğu görülüyordu. Böylece insanların diri diri gömüldüğü ortaya çıkıyordu.
Buna çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp bu ipi tabuttan dışarıya çıkararak bir çana bağlıyorlardı. Bir kişi bütün gece boyunca mezarlıkta oturup çan zili sesi dinlerdi. Buna ‘mezarlık nöbeti’ (graveyard shift) denirdi. Bazıları zil sayesinde kurtarılır (saved by the bell) bazıları da ‘ölü zilci’ (dead ringer) olurdu.
Fransa krallarından 14. Louis, gününün belli bir zamanını lazımlığında oturarak geçirir, devlet işlerini de buradan yürütürdü.
1600’lerde İstanbul’a gelen İngiliz Büyükelçiler lazımlık kullanma ve bunu da pencereden boşaltma adetleri yüzünden şehirden uzak olan Tarabya’daki bir konağa gönderilmişti.
- yüzyıla gelindiğinde kesin olarak tuvalet kullanma sözü vermeleri üzerine Taksim’e taşınmalarına izin verilmişti.
Avrupa toplumları kendi iç dinamikleriyle Rönesans, Reform ve Aydınlanma dönemiyle çağdaşlaşma hareketlerini başlattılar. Böylece bilimsel, teknolojik ve sosyolojik devrimler yaparak kendi çağdaş uygarlıklarını kurdular. Suyla ve temizlikle ilişkilerini de ona göre geliştirdiler, uygarlaştılar.
YORUMLAR